Eksik kalmış hayatların kelimeleri: Keşke Bir Öpüp Koklasaydım
“Geleceğe dair umutluyum, kitabı da bu umutla yazdık”
12 Eylül 1980 askeri darbesi, Türkiye’de toplumsal ve iktisadi yapıyı köklü biçimde değiştirmesinin yanında son otuz senedir yaşananların anlamlandırılmasında sıkça referans verilen bir olay/an olması nedeniyle de şüphesiz Türkiye tarihinin milatlarından biridir. Resmi rakamlara göre 1 milyon 683 bin kişinin fişlendiği, 230 bin kişinin yargılandığı, 7 bin kişi için idam cezası istendiği, 517 kişiye idam cezası verildiği, 4 bini öğretmen ve akademisyen olan toplam 40 bin kişinin işten çıkartıldığı, 14 bin kişinin yurttaşlıktan çıkartıldığı, 171 kişinin işkenceden öldüğü, 300’ü aşkın kişinin kuşkulu şekilde kaybolduğu, yüzlerce kişinin çatışmada öldüğü, 23 bin 677 derneğin faaliyetinin durdurulduğu, gazetecilere 3 bin 315 yıl hapis cezası verildiği, gazetelerin 300 gün yayın yapamadığı, 39 ton gazete ve derginin imha edildiği bir süreç olarak yaşanmıştır 12 Eylül. Sadece içerdekiler değil, onların dışarda kalan yakınları, çocukları, eşleri, kardeşleri, anneleri ve babaları da onarılması zor yaralar aldılar. Eksik kaldılar ve hasret çektiler; o günlerin etkileri bugün de farklı biçimlerde devam etmekte. Bu nedenle, 12 Eylül yalnızca yukarıdaki rakamlarda belirtilen doğrudan muhattaplarının değil tüm ülkenin üzerine bir karanlık olarak çöktü dersek yanılmayız. Eylem Delikanlı ve Özlem Delikanlı’nın 12 Eylül’ün 33. yılında 33 hikayeyi okuyucuyla buluşturan Keşke Bir Öpüp Koklasaydım: Geride Kalan Aileler 12 Eylül’ü Anlatıyor kitabı tam da bu karanlığın günyüzüne çıkmamış kelimelerini bize ulaştırıyor. Okumanın, yazmanın ve yaşamanın oldukça zor olduğu bu hikayelerle dolu kitabın yazarlarından Eylem Delikanlı ile Jadaliyya için kitap üzerine konuştuk.
Çağhan Kızıl (ÇK): Bu çalışmanın fikri nasıl ortaya çıktı biraz bahseder misiniz?
Eylem Delikanlı (ED): Kitap aslında kişisel hikayelerden yola çıkarak geliştirdiğimiz bir projenin ilk ürünü olarak ortaya çıktı. Ben yaklaşık 3 yıl önce annemin de 1980’lerin ortasında bir dönem Ankara Ulucanlar’da hapis yattığını öğrendim. O dönem 10 yaşlarında olmama rağmen bunu hatırlamıyorum. Biraz daha kurcalayınca aslında annemin haftaiçi öğretmenlik yaptığını, haftasonları da Ulucanlar’da bir boykot sebebiyle aldığı cezanın hapsini yattığını anladım. Babamın darbe sonrası hapishane süreciyle büyümüş bir çocuk olarak anneminki aslında çok şaşırtıcı gelmedi; fakat ilginç olan, cezanın yöntemi yanında bunun yıllar boyunca bizden saklanabilmiş olması, 12 Eylül’ün bir şekliyle hayatımızdan hiç çıkmamasıydı. Bunun ardından kafamdaki soruların yanıtlarını keşfe çıktım diyebilirim. Yazmaya annem üzerinden dönemi irdelemeye karar verdim. Özlem ise babamın bir fotoğrafının onda yıllar sonra uyandırdığı duyguları, bir babanın, en kritik yıllarında çocuğun hayatından koparılmış olması üzerine düşüncelerini yazıya aktarmaya karar veriyor bu sıralarda. Biz bir konuşmamızda benzer hikayeler üzerine çalıştığımızı fark edince önce çalışmayı birleştirmeye, sonra daha da genişleterek daha fazla anlatıcıyla daha büyük bir proje olarak şekillendirmeye karar verdik. Kalanlar Projesi aslında böyle doğdu. Projenin ilk ayağı olan “Keşke Bir Öpüp Koklasaydım”da 1980 darbesinden birebir etkilenenlerin aileleri mercek altına alınıyor.
ÇK: Kitapta Nazım`ın “dışarıda bütün ustalığıyla ağaçsız boşluğa kıpkızıl inmekte olan bir bozkır akşamında kederden çıldırtmakta olan içerdekini“ dizesinde vurgulanan „kalanlar“ın derin yaralarına şahit oluyoruz. Kalanların hikayelerini aktarmak neden gerekli?
ED: Özellikle yakın tarihin değerlendirilmesinde tarihi belgeler kadar tarihe tanıklık etmiş kişilerin anlatımları da son derece önemli kaynaklar. Bize göre toplumsal hafızanın hangi türden kaynaklar üzerine inşa edildiği ise önemli bir soru. Bu tür çalışmaların kategorik olarak iki şeyi hedeflediğini düşünüyorum. Birincisi, resmi tarih yazımına çomak sokmak. Özellikle 12 Eylül’le hesaplaşıyoruz denildiği bir dönemde bize dayatılan bir tarih anlatısından çok yaşanılanların birinci dereceden tanıkların ifadeleriyle, daha alttan ve demokratik bir yöntemle aktarılmaları çok önemli. Ancak bu anlatılarla “Darbe geldi, kan durdu, düzen geldi” ve benzeri savların gerçekten ve olandan uzak olduğunun altını çizebiliriz. İkincisi ise toplumsal belleğin oluşumunda ve yüzleşme / hesaplaşma sürecini başlatmak için gerekli olan diyaloğun inşasında bir adım olduğunu düşünüyoruz. Ne yazık ki yüzleşme konusunda sicili pek de temiz olmayan bir toplumuz. Dolayısıyla bu tür çalışmalar Darbe dönemi ile yüzleşmemizi sağlar demek çok iddialı olur ama darbe, yaşanılan kırım, insan hakları ihlalleri, yeni bir toplum inşası çerçevesinde toplumsal belleğin oluşumunda bu tür çalışmaların kümülatif bir etkisi olacağını düşünüyorum.
ÇK: Röportajlarda o güne ve bugüne dair politik bazı değerlendirmeler de var. Siz kitaba son şeklini verirken bu konulardan bazılarına ağırlık verdiniz mi? Objektif kalmak gibi bir kaygınız var mıydı, bunun için nasıl bir yol izlediniz?
ED: Objektif olmak sanırım en çok üzerinde durduğumuz konu oldu. Sonuçta biz de geçmişimiz ve siyasi kimliklerimizle bu hikayelerin bir yerinde duruyoruz. Bu, anlatıcılarla aramızda inanılmaz bir güven oluşturuyor olsa da kişisel olanla profesyonel olan arasındaki dengeyi iyi kotarabildiğimizi düşünüyorum. Proje özü itibarıyla dışarıdan birinin de yürütebileceği bir çalışma olmasına rağmen anlatılanlarla bağ kurabilmek, nerede, ne zaman, hangi soruyu soracağını tesbit etmek, bir hareket, tepki veya dışavurumun arkasında hangi motivasyon, duygu veya birikim olduğunu algılamanın bize büyük avantajlar sağladığını düşünüyorum. Ortaya çıkan çalışmanın içten, samimi ve gerçekçi bulunmasının arkasında bu güvenin inşa edilmiş olması yatıyor.
Darbeyi ve dönemi konuşmamız elbette ki sıklıkla siyasi analizlerin yer almasına, tartışılmasına neden oldu. Bellek çalışmalarında sıkça başvurulan bir kavram olarak „çok yönlü bellek“ açısından baktığımızda şimdiki zamanın geçmişe dair neyin, nasıl hatırlandığına, nasıl etkilediğine de bakmak istedik.
[Eylem Delikanlı. Image via the author.]
Bizim için önemli konulardan bir tanesi 2010 Anayasa Referandumu meselesiydi. Bu konuda eleştiri yapanlar da olmadı değil. Bu tür siyasi duruşların böylesi anlatılar içinde yer almasının gereksiz olduğu yönünde yorumlardı bu eleştiriler. Bize göre son yılların en yaman tartışmalarından birini dışarıda bırakmak aslında hikayeyi eksik bırakmak olacaktı. Çünkü kişilerin bugünkü siyasi duruşlarının geçmişin hikayeleriyle birebir bağı vardı ve bu bağın nasıl kurulduğunu ortaya çıkarmak da değerliydi. Kalanların “hayır-evet-boykot” demelerinin ardındaki dinamikleri anlamak kendi aramızdaki siyasi tartışmalar açısından da gerekli diye düşünüyorum.
ÇK: Kitaptaki hikayelerin bir kısmını fotoğraf albümleri her daim eksik çocukların hikayeleri olarak tanımlıyorsunuz. Nasıl tamamlanır sizce bu eksiklikler?
ED: Fotoğraf albümlerindeki eksikliklerin bir kısmı asla tamamlanamayacak. Kaybedilen anneler, babalar… ne yazık ki telafisi yok. Eksik yaşanan çocukluklarla biz çocuklar yeni yeni yüzleşiyoruz. Her birimiz farklı yollardan geçerek bu durumla yüzleşmişiz. Çok sarsıntılı dönemler geçirenlerimiz olmuş, daha uzun bir sağaltım süreci yaşayanlar da olmuş. Fakat hepimizi ortak yapan şu ki; biz anne ve babalarımızın tercihleriyle böylesi bir süreçten geçmişiz. Bizim için bilinçli bir seçim değil aksine içine doğduğumuz, içinde yoğrulduğumuz bir dönem. Dolayısıyla yarattığı psikolojik tahribat daha büyük. Tüm bunlara rağmen umuda sarılmış bir kuşaktan da bahsediyoruz. Herkes kendine bir mücadele alanı ve yöntemi belirlemiş, hayata tutunmuş bir yerinden. Şimdi orta yaş ve üstü insanlar olarak bir arada durmak ve birlikte üretmek adına Çocuklarız, Bir Aradayız adı altında bir oluşumu yaratmaya çalışıyoruz. Kolektif bir üretimle 12 Eylül’ü deşifre etmek, anlatmak ve tartışmak istiyoruz. Bu türden bir üretimin o eksiklikleri gidermede birebir etkili olduğuna inanıyorum.
ÇK: Sizce 12 Eylül bitti mi? Gerçek bir yüzleşme nasıl olur?
ED: Birçok defalar değişikliğe uğramış olmasına rağmen özü itibarıyla hala 12 Eylül yasalarıyla yönetiliyoruz. Hükümetler, kişiler değişebilir ama aynı sistem işlemeye devam ediyor. Dolayısıyla 12 Eylül bitmedi, aksine 12 Eylül’den beslenen ve dallanıp budaklanan bir yönetimin altında nefes almaya çalışıyoruz.
Yüzleşme konusu çok çetrefilli. Ne ile yüzleşebilmişiz ki 12 Eylül’le yüzleşmiş olalım diyor insan. İdeal bir Türkiye’de dönemle yüzleşme hukuki anlamda sorumluları cezalandırma, itibarsızlaştırma üzerinden başlayabilir. Sorumlular derken yalnızca iki generalin yargılanması değil, tüm işkenceci polis ve askerlerin, işkence raporu vermeyen doktorların, sınıfta öğrencisine sosyalist olduğu ya da ailesinden biri sosyalist olduğu için eziyet eden öğretmenine kadar cuntanın tüm mekanizmalarını işletmiş ve parçası olmuş herkesten bahsediyorum. Görevlerinden zorla uzaklaştırılan binlerce insanın tazminatlarının ödenmesi, itibarlarının iade edilmesi de bir hesaplaşma yöntemidir. Bir bütün olarak baskı rejiminin toplumun tüm kesimlerinde mahkum edilmesiyle ancak bir yüzleşmeden bahsedebiliriz. Biz henüz böyle bir aşamada değiliz tabii ki.
ÇK: 12 Eylül`ün bir yenilgi psikolojisi ile ele alındığını düşünüyor musunuz? Gezi süreci sizce nasıl bir algı geliştirdi?
ED: 12 Eylül sosyalist hareketler açısından yenilgi olarak ele alınıyor gibi bir genelleme yapmak çok doğru olmayabilir ama hareketlerin bir kısmı “neden yenildik?” sorusuna yanıt aradı uzunca bir zaman. Bu analizlere farklı kaynaklardan ulaşılabilir. Birçoklarına göre ‘devrim olacaktı, olamadı, sonrasında da sosyalist sol bir daha toparlanamadı,’ gibi bir algı var elbette. Fakat toplumsal hareketler ve kalkışmalar başarısız olsalar dahi toplumsal bellekten o kadar da kolay silinmiyorlar. Direniş geleneği, muhalif kimliğin varlığı, direniş tarzı ve yöntemleri bir kuşaktan diğerine aktarılıyor. Bugün gençlerin Mahir’i, Deniz’i, Kaypakkaya’yı konuşuyor veya okuyor olmaları yalnızca ikonik bir konumlamadan kaynaklanmıyor. Her şey gibi direniş de öğreniliyor ve HES mücadelesi, 1 Mayıs veya Emek sineması protestoları şeklinde bugün yeniden tezahür ediyor. Belki Gezi şöyle bir algı değişikliği yaratmıştır: yenilgi görecelidir. Sonuçta direnişteki binlerce insan Gezi Parkı’ndan çıkmak zorunda kaldı ama Gezi’den bahsederken bir yenilgiden bahsetmek mümkün mü? Siyasi hareketler, tankıyla, topuyla, tüfeğiyle gelmiş ordu karşısında yenilmiştir evet ama onlarca yıldır yarattıkları direniş kültürü yarına umutla bakmamızı sağlıyor. Bunu atlamamak lazım.
ÇK: 1970ler ve 80lerin başı dünya üzerinde de neoliberal ekonomi politikalarının hukuki çerçevede gerçekleştiremediği toplumsal ve yönetimsel değişiklikleri askeri müdahaleler yoluyla gerçekleştirmeye çalıştığı bir döneme denk geliyor. Örneğin Yunanistan, Portekiz, Şili, Arjantin ve Türkiye`deki darbeler benzer güdüler içeriyor. Siz bu alanda karşılaştırmalı bir çalışma yapmayı düşünüyor musunuz?
ED: Önümüzdeki beş yıl içerisinde yapmak istediğimiz bir proje aslında. Projenin çerçevesini darbenin çocuklar üzerindeki etkisi üzerinden kurmak istiyoruz. Bunun konjonktürel bir bakış sağlayacağını düşünüyoruz. Bahsi geçen ülkelerde darbelerin nasıl gerçekleştiği farklılık gösterse de büyük ölçüde benzer süreçlerin yaşandığı tarihsel kesitlerden bahsediyoruz. Ardından yaşanan yüzleşme /hesaplaşma sürecin nasıl ilerlediği ve bunların çocuklar üzerinde nasıl bir etki yaptığına dair büyük bir merakımız var diyebilirim.
ÇK: Bu kitabın devamında nasıl bir çalışma yapmayı düşünüyorsunuz?
ED: Şu anda Kalanlar Projesi’nin ikinci ayağı olan siyasi mülteciler üzerinde çalışıyoruz. Almanya ile başlayan görüşmeler Fransa, Hollanda, İsviçre, İsveç, Kanada ve Amerika’da devam edecek. Projenin son ayağında ise Kürdistan’da ailelerin 12 Eylül’ü nasıl yaşadığına bakacağız.
ÇK: Kitap ile ilgili şu ana kadar aldığınız tepkiler nasıl?
ED: Daha önce çok işlenmemiş bir konu olması sebebiyle kitabın ilgi göreceğini biliyorduk fakat beklediğimizin de üstünde bir ilgiyle karşılandı. Bu da konunun incelenmeye, okunmaya değer bulunduğunu gösterdiğinden bizi oldukça mutlu ediyor. Zor okunan bir kitap olduğunu söylüyor birçok kişi ama bu anlatıların paylaşılmış olmasından memnun olan çok okuyucu var.
ÇK: Röportaj sürecinde bir sosyolog ve sosyal bilimci olarak siz ne öğrendiniz? Gözlemleriniz nelerdir?
ED: Sözlü tarihin kaynağı ses, bir diğer deyişle konuşma dili. Dolayısıyla konuşmanın ve diyaloğun ne kadar elzem bir mekanizma olduğunun altını çizmiş olduk bir kez daha. Biz tarihin yalnızca belli bir kesitini ele aldık ve bunu yaparken aslında konuşmanın yalnızca bir tarih aktarımı yapmak için değil bir çok travmanın sağaltımını sağlaması veya bunlarla yüzleşilmesi açısından da ne kadar önemli olduğu gözlemledik. Bunun en belirgin göstergesi anlatılanların sanki bugün, bu an yaşanıyormuşcasına canlı olması, o duygularla aktarılması idi. Alan çarpması dediğimiz durum, kendimizi son derece hazırlıklı hissetmemize rağmen, tam da bu sebeple bizim de başımıza geldi. Dinlediğimiz hikayelerden o kadar etkilendik ki günlerce çalışamadığımız oldu. Yaşananlar çok taze, çoğu zaman hiç ellenmemiş, üstündeki örtü kaldırılmamış, yaralar kabuk bağlamamış. Bütün bunları tetikleyense o ilk ses, konuşma…
ÇK: Kitabınızın tanıtımını ve söyleşilerinizi dünyanın birçok yerinde gerçekleştirdiniz. Farklı coğrafyaların yaşananları algılamaları konusundaki öznellikleri ve ortaklıkları nelerdi? Örneğin siyasi göçmenlerin çok olduğu Almanya ile Amerika arasında nasıl farklar var? Bu size kitabın evrensel bir yürek yarasına dokunduğu noktaların dışında nasıl bir yere oturduğu konusunda bir fikir veriyor mu?
ED: Kitap söyleşilerini yalnızca kitabı konuştuğumuz bir formatta değil 12 Eylül ve kolektif hafızayı tartıştığımız bir mecra olarak kullanıyoruz. Genelde bizim dışımızda iki de anlatıcımız oluyor. Dolayısıyla hem darbe dönemi ve sonrası hem de kolektif hafıza inşasına yönelik çalışmalarımızı konuştuğumuz toplantılar oluyor. Almanya ve Amerika arasında çok belirgin demografik bir fark var elbette. Mesela Berlin’de sosyalist solun darbe sonrası örgütsel yaklaşımları konuşulurken daha genç bir kuşakla karşı karşıya olduğumuz Amerika’da Diyarbakır cezaevinde ne olmuştu üzerinden bir tartışma yürüyebiliyor. Gerek dönemi birebir yaşamış bir kuşağa retrospektif bir bakış sağlayan gerekse dönemle hiç bağı olmayan bir kuşağa da dönemi anlatan bir çerçeve sunuyor kitap. En azından aldığımız yorumlardan bu çıkarıma varıyoruz.
ÇK: Gioconda Belli, “Sözlerden ya da mimiklerden öte bir şeyler kalacak bizden, bulaşıcı olan bir özgürlük aşkıdır“ der. Siz, 12 Eylül, yüzleşme, devrim, özgürlük ve aşk kelimelerini kullanarak kitabınızı nasıl tanımlayabilirsiniz? Umutlu musunuz geleceğe dair?
ED: Kadın, erkek bütün devrimcilerin aşkla bağlandıkları şey mücadeleleriydi, dünyayı değiştirmeye olan inançları. O aşkın bitmediğini düşünüyorum. Alevlendirmek bize, bizden sonrakilere düşüyor. Belki dünyayı değiştiremiyoruz şimdilik ama kendi hayatlarımızdan başlayarak değişime ve dönüşüme ön ayak olabiliriz. Elbette ki çok umutluyum, kitabı da bu umutla yazdık. Anlatılanlar, aktarılanlar çok acı, hırpalayıcı ve zalimce ama içlerinde hep bir umuda tutunuş, bırakmayış var, direnç var. Biz de tam bunu yapmak istedik zaten. Anlatıcılarımız ve biz; darbeyle susturmaya çalışmış, yok etmek istemiş olabilirsiniz ama gitmedik, buradayız, mücadeleyi bırakmıyoruz, yola devam ediyoruz demek istedik aslında. Kitaba noktayı 27 Mayıs 2013’te koyduk, 31 Mayıs ise milad oldu. Gezi tam da bunun sağlamasıdır bence, umudun ve aşkın yeşermesidir…
Kitaptan alıntılar:
Bu hikayeler hayatları çoktan çizilmiş, anne babalarıyla yıllar sonra tanışabilmiş, 12 Eylül`ün üzerine doğmuş, içinde yoğrulmuş, sırtına bir yetişkinin bile taşıyamayacağı sırlar yüklenmiş, ebeveynlerine reva görülen işkenceleri dost masalarında öğrenmiş, fotoğraf albümleri her daim eksik çocukların hikayeleri. Anne ve babaların, kardeşlerin hapishane önündeki inancı, kararlılığı ve örgütlenmesinin hikayeleri. Hayatlarını yeni baştan düzenleyen, pes etmeyen, üreten ve dışarıdaki dayanışmayı örgütleyen kadınların hikayeleri. Bunlar, sesini çoğu kez duymadıklarınızın ve hiç de sormadıklarınızın hikayeleri. Bu insanlar komşunuz, öğretmeniniz, işçiniz, öğrenciniz, akrabanız. Bu hikayelerle, neden bazı çocukların doğum günlerinde babalarının/annelerinin masa üzerine konmuş bir fotoğrafı olduğu bilinsin istedik. Öldürülen kardeşinin kemiklerini bulduğu için kendini şanslı sayan ablalar, çocuğu müebbet hapis cezası aldı diye sevinen anne babalar duyulsun istedik. Hepsinden önemlisi bütün bunların, yaşayanların belleğinde dün olmuşçasına canlı ve taze olduğu fark edilsin istedik. Annelerin, kardeşlerin, sevgililerin hayat mücadeleleri, her zorluğa, baskıya ve yokluğa rağmen kaybetmedikleri umutlarıyla direnişleri duyulsun istedik.
[...]
Babamı kendi çabalarımla arkadaşlarından, annemden dinleyerek keşfetmek zor bir şey, keşke bir öpüp koklasaydım, bir kokusunu alsaydım. Annem senelerce babamın parkasını giydi, onunla gezdi. Oradan bile tahmin edebiliyorum yani. Çocukken çok utanırdım ben, annemi babamın parkasıyla gördüğümde babam gelmiş gibi olurdu, ona baba diyesim gelirdi sonra baba demek benim için çok yabancı bir şey. Babam öldüğünde ben konuşmayı bilmiyor olduğum için baba kelimesi bana uzak, sonra da utanırdım tabii yani. Bir hayal kuruyorsunuz, hayali bir arkadaşınız var, onu seslendiriyorsunuz ve herkes duyuyor gibi oluyor o zaman. Utanırdım çok ama böyle bir insanı okuyarak keşfetmek güzel. Çok güzel şeyler yazılıyor, yakışıklı bir adam, dağ gibi bir adam, nefis fotoğrafları var. Keşke bizim ikimizin de bir fotoğrafı olsaydı, o yok ama keşke o da olabilseydi.
Alaz Erdost, 1980 doğumlu, mali müşavir. Babası İlhan Erdost öldürüldüğünde Alaz beş buçuk aylıktı.
Ondan sonraki günlerde 20 günlük ölüm oruçları başladı. Ama biz bu kitabı (Şerafettin Kaya – Diyarbakır’da İşkence) okuduktan sonra artık Diyarbakır’daki zulmün boyutunu, Esat Oktay Yıldıran’ı öğrenmiş olduk. Ben diyorum ki şimdi Mitki Gribçeva okumak veya İspanya İç Savaşı’ndaki işkenceleri okumak faşizmin boyutunu öğretmiyor size. Diyarbakır Cezaevi’nde bir yakınınızın olması (ağlamaya başlıyor) sizin de cezaevinde, o kapının önünde olmanız faşizmin ne olduğunu öğretiyor size. Kitaplarda okuduğunuz faşizmle Diyarbakır zindanlarında yaşadığımız asla uyuşmuyor. O çok başka bir şey.
İpek Keskin Gür, 1954 doğumlu. Öğretmen. Kardeşi Orhan Keskin, Diyarbakır’daki açlık grevinde öldüğünde 28 yaşındaydı.